Özel Eğitim

ZİHİNSEL ENGELLİLİĞİN TARİHİ GELİŞİMİ (DÜNÜ ve BUGÜNÜ)

Zihinsel engellilik, birçok aileyi şaşırtan ve sıkıntılara sokan bir durumdur. İnsanlığın zihinsel engelliliği tanımasının insanlık tarihi kadar eski olduğu bilinmektedir.

Zihinsel engelliliğin yazılı tanımlarına ilk olarak M.Ö. 1500 civarında Mısır Thebes yazıtlarında rastlanmaktadır. Yazıtlardaki zihinsel engelliliğin tanımı, beyin hasarına bağlı vücut ve akıl yetersizliği olarak algılanmaktadır.

Zihinsel engelli bireyler, yaşadıkları coğrafya ve kültüre bağlı olarak tarih öncesi devirlerin inanışları ve gelenekleriyle kötü durumdaydılar. Eski Yunan ve Roma’da, örneğin; Isparta’da, çocuklar Devlet Konseyi gözlemcileri tarafından muayene edilirler, eğer çocuğun engelli olduğundan şüphelenilirse, ölmesi için bir uçurumdan aşağıya doğru fırlatılırlardı.

Milattan sonra ikinci yüzyılda ise engelliler, Roma İmparatorluğu’nda sıklıkla insanları güldürmek ve eğlendirmek için kullanılmışlardır.

Gerçekte dini liderlerin tümü, Hz. Muhammed (s.a.v.), Hz. İsa, Buda ve ünlü düşünür Konfüçyüs bu hasta çocukların tedavisini tavsiye etmişler, barbarca uygulamaları men etmişlerdir. Orta çağ süresince (M.S. 476–1799) zihinsel engelli bireylerin bakım ve durumları büyük ölçüde değişmiştir.

Bebekken öldürülmelerinin azalması veya bakımevleri kurulması gibi daha fazla insani uygulamaya karşılık, birçok çocuk köle olarak satılmış, terk edilmiş veya sokağa atılmıştır. Bu yüzyılın sonuna doğru, 1690’da John Locke “İnsan Hakları” isimli bir makale yayınlamış, bireylerin doğuştan fikirleri olmaksızın doğduklarını, zihin engelliliği olan bireylerin durumunun aslında onlara sağlanan eğitim ve bakımla yakından ilişkili olduğunu vurgulamıştır. “Eğitilmemiş akıl; hiç yazı yazılmamış tahtaya benzer” deyişi de Locke’ye aittir.

Zihin engelliliği olan bireylerin tedavi ve bakımlarının değerlendirilmesinde bir diğer köşe taşı olay, hekim Jean Itard’ın zihinsel engelli bireylerin akıl hastalığı olan bireylerden ayrılması gerektiğini bildirmesi olmuştur. Yaşamının sonuna kadar, Itard zihinsel engelli çocukları bireysel olarak eğitmediyse de, Edouard Seguin’in çalışmalarına gözlemcilik etmiştir. Seguin, zihinsel engelli çocukları eğitmek için ‘Psikolojik Metot’ olarak bilinen çağdaş bir görüş geliştirmiştir. Duyu ve kognitif gelişim arasında bir direkt ilişkiyi varsayarak, uygulamaya; görme, işitme, tatma, koklama ve göz-el koordinasyonunu içeren duyu eğitimi ile başlamıştır.

Müfredat programı temel öz-bakım becerisini geliştirmekten, algılama, koordinasyon, taklit, pozitif güç kazanma, hafızayı güçlendirme ve öğrendiklerini genelleştirme ile vurgulu konuşma eğitimini kapsıyordu. 1850’lerde, Seguin Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etti ve zihinsel engelli bireylerin eğitiminde öncü oldu. 1876’da Amerika Zihinsel Engelliler Birliği’ni kurdu. Seguin’in tekniklerinin çoğu modifiye edildi ve bugün hala kullanılmaktadır.

Binnet tarafından geliştirilmiş olan yeni zekâ testleri 1908’de Vineland’da eğitim okulunun Araştırma Direktörü Henry Goddard çevirdi ve 1910’da yayınlandı.

1935’de Edgar Doll; zihinsel engelli olduğundan şüphe edilen bireylerde adaptife davranışlar ve günlük yaşam becerilerini ölçmek için Vineland Sosyal Gelişim Skala’sını geliştirdi. Psikolog ve eğitimciler bu yıllardan itibaren zihinsel engelliliği belirlemenin ve kalıcı eğitim okullarında uygun eğitim sağlamanın mümkün olduğuna inanıyorlardı. Bu inanışın doğuşu, zihinsel engelliliği belirlemede kullanılan testlerin uygulanabilirliği ve uygun eğitim ile bu bireylerin tedavi edilebildiklerinin gözlenmesi olmuştur. 20.yüzyılın başlarında, özel eğitim ve bakım okulları çoğaldı ve zihinsel engelli bireyler bu okullara kaydedildi.

Özel eğitimdeki gelişmelerin bir sonucu olarak, Engelli Bireylerin Ulusal Birliği ve Zihinsel Engellilik Başkanlık Komisyonu, 1950–1970 arasında kuruldu. Pür devlet yetiştirme kurumları uzun süreli kabul görmemiştir. Bu olaylara paralel olarak, Amerika Birleşik Devletleri Kongresi 1975’de yeni adı engelli bireylerin eğitim yasası olan yasayı kabul etmiştir. Bu yasa zihinsel engelli ve gelişme geriliği olan tüm çocukların uygun eğitimini okul çağından 21 yaşına kadar garanti altına alma ile ilgilidir. Oysa bugün Amerika Birleşik Devletleri’nin çoğu eyaletinde, bu bireylerin doğumdan 21 yaşına kadar eğitimleri garanti altındadır.

Ülkemizde engelliler ile ilgili çalışmalar, pek çok Avrupa ülkesinden çok daha önce başlamıştır. Ancak bu hizmetler daha çok bakma ve barınma türü hizmetlerle sınırlı kalmıştır.

Tarihi süreç içinde Ülkemizde engellilerle ilgili ilk kapsamlı çalışmalara, 1889 yılında başlanmıştır. 1889 yılında İstanbul’da Sağırlık Okulu, 1921 yılında İzmir’de Özel Sağırlar ve Körler Okulu, 1944 yılında İstanbul’da bir dernek tarafından Sağırlar Okulu, 1951 yılında Ankara’da Körler Okulu, 1954 yılında Gaziantep’te Körler Okulu açılmıştır.

Eğitilebilir zihinsel engelliler için ilk özel sınıflar ve bu sınıflarda yetiştirilecek çocukları seçmek, incelemek ve rehberlikte bulunmak üzere ilk psikoloji kliniği (şimdiki rehberlik ve araştırma merkezi) 1955 yılında Ankara’da faaliyete geçmiştir.

1963 yılında Ankara’da ve İstanbul’da üstün zekâlılar için üst özel sınıflar açılmıştır. 1969 yılında İstanbul’da Eğitimi Güç Çocuklar İlkokulu, 1974 yılında Ankara’da Ortopedik Engelliler Okulu faaliyete geçmiştir.

1982 yılında alt özel sınıfları bitiren çocuklara meslek öğretmek üzere Bursa’da “iş okulu” açılmıştır. 1983 yılında “Özel Eğitime Muhtaç Çocuklar kanunu” çıkmış ve yürürlüğe girmiştir. Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığında rehberlik hizmetlerinin de dâhil edildiği “Özel Eğitim ve rehberlik Dairesi” oluşturulmuştur. Bu başkanlık, 1992 yılında daha yaygın hizmetler verebilmesi amacıyla Genel Müdürlük düzeyine çıkarılmıştır. 1983 yılında yürürlüğe giren Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu ile “Bedensel, zihinsel ve ruhsal özelliklerinde belli oranda fonksiyon kaybına neden olan organ yokluğu veya bozukluğu sonucu normal yaşamın gereklerine uyamama durumunda olup, korunmaya, bakıma, yardıma ve yetiştirilmeye muhtaç kişi engelli olarak tanımlanmış ve bu kişilere beceri kazandırılması ya da devamlı bakımıyla ilgili “Bakım ve Rehabilitasyon Merkezleri” kurulması görev olarak Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumuna verilmiştir. Bu gün bu kurumların tümü M.E.B.’na bağlanmıştır.

Osmanlı Devleti’ndeki Enderun okulları, üstün zekâlı çocukların eğitiminin ilk uygulamaları arasında yer almaktadır.

Aslına bakılırsa; hastalıklar ve hastalar üzerinde çalışmalar daha da gerilere gitmektedir. Nitekim Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in bütün hastalıkların şifasının bulunduğuna dair müjdesi doğrultusunda Müslümanlar daha ilk devirlerden itibaren tıbba ve sağlık müesseselerinin kurulmasına öncülük etmişlerdir.

İslâm’ın, “İnsanların en hayırlısı insanlar için en faydalı olandır.” Prensibi uyarınca, İslâm dünyasında birçok sosyal yardım müesseseleri ortaya çıkmıştır. Bunların en önemlilerinden biri de hastanelerdir. İslâm tarihinde, temeli vakıflara dayanan hastaneler “Darü’ş-Şifa, Darü’s-Sihha, Darü’l-Afiye, Bimaristan, Bimarhane Maristan, Daru’t-Tib ve Şifaiyye” gibi isimlerle anılırlar. İslâm tarihinde tıpla ilgilenmeyi, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v) devrine kadar götürmek mümkünse de tam teşkilatlı ilk hastanenin, hicrî 88 (M.707) tarihinde Şam’da Emevî halifesi Velid Bin Abdülmelik tarafından tesis edildiği bilinmektedir.

Bununla beraber İslâm hastanelerinin en parlak devri daha sonra, Abbasiler döneminde gerçekleşmiştir. Nitekim Harun el-Reşid’in, yapılan her caminin yanında bir hastanenin açılması için emir verdiği rivayetler arasındadır.

Will Durant, Abbasî devrindeki sağlık hizmetleri ve hastaneler hakkında bize şu bilgileri vermektedir: “O devirde İslâm dünyasında 34 hastane vardı. Bildiğimiz en eski hastane Bağdat’ta Harun er-Reşid tarafından kurulmuştu. X. yy. da beş hastane daha açıldı. 918 yılına ait bir kaynakta, Bağdat hastaneleri müdüründen bahis vardır, İslâm âleminin en büyük hastanesi ise 706′da Şam’da kurulmuştur. 978 yılında bu hastanede çalışanların sayısı 24 idi. Tıp öğretimi daha çok hastanelerde yapılıyordu. İmtihandan geçmeyen ve devlet tarafından verilen diplomaya sahip olmayan kimse asla hekimlik yapamazdı. Eczacılar, kırık-çıkık işleriyle uğraşanlar da devletin kontrolü altındaydılar. Hekim-vezir Ali b. İsa 931 yılında tedavi için şehirden şehre dolaşmak maksadıyla, özel bir doktorlar birliği kurmuştu. 931 yılında Bağdat’ta 860 diplomalı hekim vardı.”

“Selçuklular zamanında da gelişmesini devam ettiren bu hastanelerden; Şam, Bağdat, Musul ve Mardin’de inşa edilenleri çok meşhurdur.

“Hastaneler, Selçuklular devrinin önemli sosyal yardım müesseseleridir. Anadolu Selçukluları 12. yy.dan itibaren hastane yapmaya başlamışlar ve bu sağlık kuruluşlarına Daru’ş-şifa, Daru’s-sihha, Bimaristan, Maristan gibi isimler vermişlerdir. Selçuklu hastaneleri başlangıçtan itibaren tip öğrencilerine teori ve pratiği beraber gösteren tip fakülteleri gibi çalışmışlardır. Mesela, Kayseri’de Gevher Nesibe tarafından 602/1205′de, Sivas’ta İzzeddin Keykavus tarafından 614/1217′de yaptırılan hastaneler, bitişiğindeki tıp medreseleri ile yekpare binalar olarak hizmet görmüşlerdir.”

Selçuklular döneminde Anadolu’da yapılan önemli Daru’ş-şifalar şunlardır:

Kayseri’de Gevher Nesibe (1205), Sivas’ta İzzeddin Keykavus Şifahanesi (1217), Divriği’de Turan Melik Darü’ş-Şifasi (1228), Konya Darü’ş-Şifası (1219–1236), Çankırı’da Atabey Cemaleddin Ferruh Darü’ş-Şifasi.

Osmanlılarda da sosyal yardım kurumları arasında sağlık kurumları oldukça boldur. Osmanlılarda ilk hastanenin, devletin kuruluş yıllarında Sultan Orhan tarafından Bursa’da açıldığı bilinmektedir. Böylece devletin tıpla olan ilgisi daha o zamanlarda ortaya çıkmış olmaktadır. Bununla beraber Osmanlıların, tam teşkilatlı diyebileceğimiz ilk hastanesi Bursa’da 801 (M.1399) tarihinde Yıldırım Bayezıd tarafından şehrin doğusunda, Uludağ’ın eteğinde kurulmuştur. 1400 senesi Mayıs’ında, Bursa kadısı Molla Fenarî Mehmed b. Hamza tarafından vakfiyesi tertip edilmiş olan bu hastanede vazife görmek üzere Sultan Bayezıd, Memlük hükümdarı Zahir Berkuk’tan üstad bir tabip göndermesini rica etmiş, o da Şemseddin Sagîr isminde bir tabip yollamıştır. Ayrıca Osmanlılarda medreselerin bünyesinde açılan Darü’t-Tıp’lar, tıp tahsili yaptırmakla beraber, devrinin en gelişmiş hastanelerine de sahip bulunuyorlardı.

Osmanlılarda kurulan önemli hastaneler olarak Bursa’da Yıldırım Bayezıd (1339), İstanbul’da Fatih (1470), Edirne’de Bayezıd (1488), İstanbul’da Haseki, Hürrem Sultan (1550), Manisa’da Sultan III. Murat (1591), İstanbul’da Sultan Ahmed (1671) hastaneleri zikredilebilir.

Alman Seyyahi Fugger, 1589′da İstanbul’da 100 kadar hastane olduğunu belirtiyor. Yılmaz Öztuna bu rakamı mübalağalı bulsa da bu rakam, İstanbul’da çok sayıda hastane bulunduğunu göstermektedir. IV. Murat zamanında (1623–1640) İstanbul’da 9 hastane ve 19 imaret bulunduğu ise, resmî kayıtlardan anlaşılmaktadır.

Hemen her büyük vakıfta, bir Bimarhane veya Daru’ş-şifa denilen hastaneler bulunurdu. Osmanlılarda hastanelerin ekserisi, tıp medreselerinin tatbikat yerleri idi. Selçuklularda olduğu gibi, Osmanlı medrese hastaneleri de çok zengin akarlara sahipti ve hiçbiri devletçe yaptırılmamıştı. Hepsi hayır sahiplerinin eseri idi. Haseki, Guraba ve Şişli Etfal hastaneleri, bu vakıf hastanelerin günümüzde de hizmet vermeye devam eden örneklerindendir.

“Daru’ş-şifaya müracaat eden fakir hastalar; zamanlarının en tecrübeli doktorları, göz hastalıkları mütehassısları ve cerrahları tarafından muayene ve tedavi edilmekte ve ilaçların en pahalı ve iyilerinden faydalanabilmektedirler. Hastaneye yatırılanlar da orada her türlü ilgi ve alakayı görmekte, çamaşırları ve kendileri yıkanmakta, türlü devalar, şerbetler ve kuvvet ilaçları ile hastalara şifa imkânları sağlanmaya çalışılmaktadır. Ölenler için teçhiz ve tekfin masrafları da, bu hastalara gösterilen ihtimamların son bir alametidir. Hastalıkları zamanında daha fazla yardıma ihtiyacı olan yoksul kişiler için ümit ve teselli kaynağı, bir sığınak vazifesini gören Darü’ş-şifaların gerçek bir hayır ve şefkat müessesesi olarak vazifelerini gördüklerine şüphe yoktur.”

“İslâm Âlemi, hastanelerinin kalitesi ve teçhizatı bakımından da dünyaya öncülük ediyordu. 1160′ta Nureddin’in, Şam’da kurmuş olduğu hastane üç asır boyunca bedava hasta tedavi etti ve ilaç dağıttı. Bu hastanenin bacasının tam 270 yıl hiç sönmeden tüttüğü söylenir. Kahire’de 1285′te yapılan hastane Ortaçağın en büyük hastanesiydi.

Kahire’deki bu hastane, şadırvanlarla serinletilmiş büyük bir avlunun etrafına yapılan dört binadan oluşmaktaydı. Çeşitli hastalıklar için ayrı ayrı bölümler olduğu gibi, nekahet devresini geçirenler için de ayrı bir kısım vardı. Hastanenin laboratuvarları, perhiz mutfakları, banyoları, kütüphanesi, mescidi, konferans salonu vardı. Burada genç-yaşlı, kadın-erkek, zengin-fakir, esir-hür farkı gözetilmeksizin herkes tedavi edilirdi.

Hastaneden taburcu edilen herkese hemen işe başlamaması için, ayrıca para da verilirdi. Uykusuzluk çeken hastalara musiki dinletilir, özel şahıslar bunlara hikâyeler anlatırdı. İslâm ülkelerinin büyük şehirlerinin tamamında ruh hastaları için özel yerler vardı.”

“Halife ve sultanlar, vücuda getirdikleri hayır müesseselerini, hükümdar saraylarına has mobilyalarla tefriş ettirmişlerdi. Devletin en yüksek memuriyetlerindeki uyuma ve ikamete mahsus odaları süsleyen bütün konfor, halka tamamen açık bulunan hastane tesislerinin, hasta odalarıyla yatak ve banyolar da bile görmek mümkündü.”

Yine batılı seyyah Menavinus; İstanbul’da Bayezıd Külliyesi’nin, akıl hastalarına mahsus bölümünde birbirinden tecrit edilmiş, 40 akıl hastasına 150 hasta bakıcının hizmet verdiğini nakletmektedir.

1539′da Manisa’da Kanunî’nin annesi Valide Hafsa Sultan tarafından yaptırılan Manisa Darü’ş-Şifası’nın 20 hastalık kapasitesi bulunmaktaydı. Büyük ölçüde ayakta da hasta tedavi edilen bu hastanede, 5 hekim (bir başhekim, bir operatör, bir akıl hastalıkları mütehassısı, 2 göz hekimi), 4 eczacı ve buna göre personel bulunmaktaydı.

İslâm tarihinde, ruh hastalıklarının tedavisine de ilk devirlerden itibaren ihtimam gösterildiği görülmektedir. “İslâm dünyasında hastaneler sadece bedenî rahatsızlıklarla ilgilenmiyor, aynı zamanda ruhî ve psikolojik hastalıklarla da ilgileniyorlardı.

Yakubî ile Mes’üdî eserlerinde; Bağdat yakınlarında bulunan bir tekkenin psikiyatrik bir müessese olarak akıl hastalıklarının tedavisine tahsis edildiğini belirtirler.

Mes’üdî’nin ifadesine göre; Dayr (Dair) Hızkıl Akıl hastanesi, Abbasi halifesi el-Mütevekkil (847-861) döneminde, el-Müberred tarafından ziyaret edilmiştir.

Demek oluyor ki, adı geçen akıl hastanesi şimdilik belgelerle ispat edilebilen ve sadece akıl hastalarının tedavisine tahsis edilmiş en eski psikiyatrik hastane olmak şerefine daha layıktır. Çünkü bu müessese, batıda ancak 15. yy.da ve çok zor şartlarda ortaya çıkan hastanelerle mukayese edilmeyecek kadar bir önceliğe sahiptir.

Evliya Çelebi seyahatnamesinde; akıl hastalarının tedavisi konusunda şu bilgileri verir: Yapılışından bir buçuk asır sonra Edirne’de II. Bayezıd tarafından tesis edilmiş bulunan vakıf hastanenin, akıl ve ruh hastalarına mahsus bimarhane kısmını gezen Evliya Çelebi, burada çiçek yetiştirilerek, onların güzelliği ve kokusuyla hastaların tedavi edildiğinden, bu maksatla bilhassa lale, sümbül, reyhan, karanfil, nesrin, yasemin, deveboynu çiçeklerinin kullanıldığından, ayrıca musiki ile tedavide de bilhassa neva, rast, dügâh, segâh, çargâh, suznak, zengule, buselik makamlarının çok iyi netice verdiğinden ve haftanın iki günü hastaneye bağlı eczaneden her isteyene bedava ilaç dağıtıldığından bahsetmektedir.

Müslüman hastanelerine benzer şekilde, yalnız hastalarla onların bakım ve tedavilerine mahsus müstakil hastane binaları, batıda ancak haçlı seferlerini takiben kuruldu. Akıl hastalarına İslâmî tarzda itina gösterilmesi istikametinde ilk mütereddit adımı ise, 1751′de İngiltere attı. XVIII. asrın sonlarında Fransa’da Doktor Pinel, yaptığı mücadeleler sonunda zincirlere bağlı akıl hastalarının hapishanelerden azad edilip, doktorların ellerine tevdi olunmalarını sağladı.

İşitme ve görme engellilerin eğitimleri 19.yüzyılın sonlarına doğru başlamıştır.

Cumhuriyet döneminde, özel eğitimin Milli Eğitim Bakanlığı’nın örgün eğitim hizmetleri arasında yer alması ancak 1951 yılında sağlanabilmiştir. 1983 yılında çıkarılan 2916 sayılı Özel Eğitime Muhtaç Çocuklar Kanunu ve bu kanunun emrettiği yönetmelikler, bugünkü uygulamayı belirlemiştir. Buna göre özel eğitim, Bakanlık Merkez Örgütü’nde, Özel Eğitim ve Rehberlik Dairesi Başkanlığı’nca, illerde Milli Eğitim Müdürlüğü’ne bağlı Rehberlik ve Araştırma Merkezleri yoluyla yürütülmektedir.

Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu, 2828 sayılı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu’nun ilgili hükümleri gereğince tüm engel gruplarına yönelik bakım ve iyileştirme hizmeti vermek ve toplumsal engellilerin hayata aktif katılmalarına ilişkin sosyal hizmet programları oluşturmak geliştirmek ve uygulamakla yükümlüdür.

Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu’na dayalı hazırlanmış olup, 1993 tarih ve 21673 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren ‘Engellilerin Tespiti, İncelenmesi, Bakım ve Rehabilitasyonuna Dair Yönetmelik’ çıkmıştır. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu dört bine yakın korunmaya muhtaç engelliye bakma imkânı yanında iyileştirme, istihdam, ayni-nakdi yardım gibi sosyal yardımlar yapmanın yanı sıra, yetki verdiği özel iyileştirme merkezleriyle özel sektörü, yaptığı protokollerle sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliğini desteklemektedir.

Engellinin, her alanda sağlıklı insanlarla eşit şartlarda yaşaması için özel düzenlemelere ihtiyaç vardır. Bu olgu milletlerarası ve ülke genelinde düzenlemelere gidilmesini zorunlu kılmıştır. Milletlerarası düzeyde; Birleşmiş Milletler Kararı, İnsan Hakları Beyannamesi, Çocuk Haklarına dair sözleşme, Sakat Kişilerin Hakları Bildirisi, Avrupa Sosyal şartı, Avrupa Konseyi kararı, ILO 159’nolu sözleşmesi ve Milletlerarası antlaşmalar engellilere ilişkin evrensel düzenlemelerdir. Bu evrensel kararlar Ulusal düzeyde öncelikle Anayasamıza yansımıştır. Anayasamızın 40.Maddesinde “Devlet durumları nedeniyle özel eğitime ihtiyacı olanları topluma yararlı kılacak tedbirleri alır” denilmektedir. 50.Madde de ise; “Bedeni ve Ruhi yetersizliği olanların çalışma hayatında özel olarak korunması” da Devlet görevi olarak belirlenmiştir. Yine Anayasamızın 61.Maddesinde “Devlet, engellilerin korunması ve toplum hayatına intibaklarını sağlayıcı tedbirleri alır” denilmiştir.

Engellilerin eğitim, çalışma, topluma uyum ve korunma hakları vardır. Sosyal Güvenlik haklarına ilişkin bu alandaki hedefler, kalkınma planları ve yıllık programlarda alınması gereken tedbirler ve ilkeler olarak belirlenmiştir.

Engellilerle ilgili eğitim, istihdam, sosyal hizmet, sosyal yardım, vergi kanunları gibi birçok kanunda düzenleme yapılmıştır.

Son olarak 2005 yılında çıkarılan 5378 sayılı “Özürlüler Kanunu” hem eğitim, hem sağlık hizmetleri açısından engellilerle ilgili önemli yenilikleri getirmiştir. Ancak bu konunun uygulanmasıyla ilgili tüm yönetmelikler henüz çıkarılmadığından uygulamada pek çok eksikler mevcuttur.

Engellilerle ilgili yapılan tüm düzenlemeler mükemmeli öngörmesine rağmen, bu uygulamaların gereğine inanmayan yönetici ya da bireylerin varlığı nedeniyle uygulama istenen şekilde olmamaktadır.

Ülkemizde özel eğitim konusunda büyük adımlar atılmış olmasına rağmen halen kat edilmesi gereken çok büyük engeller vardır. Bunların başında eğitilmiş kaliteli personel, engellilere özel araç-gereç eksikliği, verilen hizmetlerde de kaliteli hizmet anlayışının ön plana çıkması ile ailelerin desteklenmesi konuları başta gelmektedir.

Kaynak: Kemal KABASAKAL (2007), Zihinsel Engellilik, Zihinsel Ruhsal ve Duygusal Engellilik, Lokomotif Medya, Konya.

Bir yanıt yazın